YAVUZ GEZER

Orada bir köy var mıymış uzakta?

Bir ev burada bir ev karşıda kalmış,

Sorun hele bizim komşular ne olmuş,

40 senelik ağaç kurumuş kalmış,

Bizim köye benzemiyor gel hele.

Ali Kızıltuğ/ Sivas Divriği.

 

Hayatın zorluklarından, günün karmaşasından, işin stresinden ve işlerin ağırlığından sükunet bulunacak yer ailedir.

Aile ve Ocak toplumun en küçük birimi olarak kabul edilen baba, anne ve çocuklardan oluşan “çekirdek” olarak da adlandırılan sosyal bir yapıdır.

Aile hem kişinin huzur bulduğu bir ortam, hem neslin devamı için bir vesile, hem de kişiyi kötülüklerden koruyan bir kurumdur. İslamiyet’ten önceki Türklerde aile, toplumunun en küçük birimiydi. Ailenin meydana gelmesi için gerekli bazı toplumsal kurallar bütünü Türklerde hukuk anlayışının oluşmasında etkili olmuştur. Yazılı olmayan hukuki kurallar bütünü olarak karşımıza çıkan Töre eski Türklerde önemlidir.

Aile çocukların bakımı ve yetiştirilmesi yeni kuşaklara kültürel kimliğin ve değerlerin kazandırılması, tarihsel ve toplumsal bilincin aktarılmasında da birey ve toplum arasında bir köprüdür. Sağlıklı bir aile yapısı bir insanın hayata sahip olacağı en değerli hazinedir.

Büyük küçük herkesin tanıştığı, oturduğu evine, çalıştığı iş yerini bildiği, düğün -bayram- cenaze gibi acı, tatlı günlerde birlikte olduğu bir yaşam alanı mahallelerde köklerimizin olduğu (2nci,3üncü derece akrabalarımız)ve diğer Aile bireylerimizin yaşadığı köylerimiz vardı. Kendi öz kültürümüzün yaşandığı ya da yaşatılmaya çalışılan köyümüz, köylerimiz… Şimdi karma ve yozlaşmış kültür dayatılarak, Öz kültürümüz yok edildi. Tıpkı bugün çok yüksek tarım girdileriyle köy yaşamı ve çiftçiliğin yok edildiği gibi…

Zülfü Livaneli’nin dediği gibi “son zamanlarda herkesin hayatın sırlarını çözmek için başvurduğu kişisel gelişim kitaplarında bu öğüde sık sık rastlarsınız. “Anı yaşa, anı yaşa!” Aslında “anı yaşa” sloganının ütopyaların, ilerlemeci anlayışın olumsuzlanmasıyla yakından ilişkisi var. Çok değil, bir 50-60 yıl önce dünyada milyonlarca insan geleceği düşünüyordu. Geleceğe dair umutlar, hayaller bitmemişti. İçinde yaşanılan anın geçmiş ve gelecekle bağlantısı kesilmediği için gerçekten canlı, gerçekten umut doluydu. Her şeye rağmen bunu insanlığın elinden alamamışlardı. Ütopyaları öldürdüler şimdi distopya çağındayız. Geleceği ancak korkuyla düşünebiliyoruz; proje üretemiyoruz. Aslında gelecek düşüncesini elimizden aldıktan sonra, bizi dizginsiz bir korkuyla baş başa bıraktıktan sonra “anı yaşa” diye bir slogan tutuşturdular elimize. (Akışına bırak, evrene enerji gönder de aynı şekilde)

Anı yaşamak modanın tüketimi, gelip geçiciliğini sunar bize. Anı yaşarsın, yaşadığın anın anlamlı olabilmesi de o anda ne kadar tükettiğinle ilgilidir.

Bunları düşünürken dalıp gittim; Gözlerim çocukluğumun hafta sonlarının geçtiği, yaz aylarında tatil bitesiye kadar kaldığım iki katlı kerpiç eve takılı kaldı. Güneş ne kadar tatlı ve güzeldir bizim orada… Bahçedeki ağaçların sararan yaprakları sonra kızararak havada döne döne düşerken avuç büyüklüğünde… Tıpkı ocakta yanan kütüklerden dışarıya uzanan ejderha dillerindeki alevler gibi…

 

Köye gelmek için hazırlık yaptığım günler bir film şeridi gibi gözümün önünde canlandı; milli- dini bayramlar, hafta sonları ve yaz tatillerinde, hatta sömestr tatillerinde gittiğim…

Köye gitmek için bir hafta önce hazırlıklara başlardım, bir sevinç kaplardı içimi. Yüreğim kıpır kıpır olurdu… Yanıma alacaklarımı listeler ve spor çantamın öncelikli müdavimi eşofman, formam, tozluk, şort ve spor ayakkabılarım olurdu. Havlu, bandaj ve kış mevsimi ise şapka ve eldivenler… Esmer tenli olarak gittiğim köyden yanık esmer olarak dönerdim şehire…

Bir an için yıkılmaya yüz tutmuş iki katlı Kerpiç evin avlusunda, yanan ocağın başında, ekmek yapmak için hazırlanan halam, teyzem ve kuzenlerimi gördüm. Hemen beri tarafta çalkalanan tulum içerisinde ayranın” güp  güp” eden sesini ve ritmik hareketlerle tulumu sallayan kuzenimin tebessüm eden güzel yüzünü…

Bakır Sahan içerisinde tereyağı ve diğer tarafta üst üste sıralı sac ekmeği ve yufkalar… yağlanmış ve servise hazır ekmekler.

Bir diğer sahanın içerisinde ise çökelek ve maydanoz karıştırılarak hazırlanmış patile içi. Salına salına dolaşan kazlar ve kapının önündeki emektar Karabaş, başı ayaklarının arasında… Tembel bir şekilde zaman zaman içerideki seslere eşlik edercesine, hafifçe havlıyor ve daha sonra tekrar başını ayaklarının arasına alarak güneşlenmeye devam ediyor gibiydi.

Tanıdık bir ses “bibim torunu hoş gelmişsin” diye seslendiğinde;

Şosenin başındaki arteziyen, köye kadar bana eşlik eden dere, yolun sağında ve solundaki tarlaların selamlayan başakları, yaprak hışırtılarının gizemli nağmeleri, pamuk tarlasındaki gelin duvağı beyazı kozalar, pancar tarlasının yemyeşil örtüsü…

Silindiler sadece ve sadece harap bir köy ve yeniden tanzim edilen mezarlık mıh gibi çakılı kaldı düşlerime ve gerçekle yüzleşmemi sağladı…

Köyümün nazlı akan çeşmesi kurumuş fakat mezarlık çeşmesi akıyordu…

Tıpkı ” ütopya” öldürülüp  “distopya” yaşatılsın isteyenlerin amaçları gerçekleşmişçesine…

NOT: Ütopya; gerçekleşmesi imkânsız, çarpıcı, ilginç tasarı ya da düşünce.

 

Distopya; Otoriter- Totaliter devlet modeli, baskıcı sistem.

Orada bir köy var mıymış uzakta?

Giriş Yap

Yeni Nesil Medya Haber ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin