Biri şöyle dedi;
Ne de kötü bir dünya.
Gülün dalı bile dikenli..!
Ama bir diğeri de;
Ne güzel bir dünya.
Baksana dikenli dallarda bile gül var..! (Anonim)
“Ben dünya kürresi,
Türkiye karyesi ve Urfa köyünden,
El-aziz (Elâzığ) tımarhanesi (akıl ve ruh sağlığı hastanesi) sakinlerinden; ismi önemsiz, cismi değersiz.
Çaresiz ve kimsesiz bir abdi acizin,
Ahir deminde misafiri Azrail’i beklerken.
Başhekimlik üzerinden hâkimler hâkiminin
Dergah-ı uluhiyetine son arzuhalimdir..!
Diye başlayan mektubun sahibi;
Allah’ın değişik meşreplerde yarattığı kimi meczup meşrepli, kimi deli meşrepli, kimi âlim meşrepli kullarından hangisi olduğunu bilemediğimiz bir gül, fakat dikenli bir gül…
Avrupa’da Şeytan tarafından ruhu kabz edilmiş, ancak cismen insan olan varlık olarak tanımlanan bir gül.
Atalarımıza göre ise sadece meczup. Yani Allah katına “cezb edilmiş” hasta…
Mecnûn, şeyda, divane…
Asla deli denmeyen…
Geçmişte Avrupa’da bu hastalar için insanlık dışı tedavi yöntemleri uygulanarak sağaltma amaçlanıyor fakat bu yöntemler tedaviden ziyade hastaların rahatsızlıklarının daha çok artmasına sebep oluyordu.
Bunlar deli evleri,
Rotasyonal terapi (uykudayken salıncak benzeri bir alete bağlanarak şiddetli bir şekilde sağa sola sallandırarak tedavi yöntemi),
Kimyasal olarak verilen felç ve kasılmalar,
İnsülin koması (çoğu ölümcül),
Hipnoz terapisi,
Histeri tedavisi (rahatsızlığın cinsel organlardan kaynaklandığı düşüncesiyle çok çocuk yapma. Fikir babası Platon)
Bizde ise 15. asırdan itibaren şifahaneler Bimarhanelerde değişik çiçek kokuları ve farklı musiki makamlarıyla şifa bulmalarına gayret edilen,
Uğruna ötmeyen bülbülün utandığı güller.
Biliriz ki güneş her şeyin üzerine eşit doğar ama gül başka leş başka kokar…
TIPKI;
Sürekli saldırılara, iftiralara ve haksız ithamlara muhatap, niçin bu kadar sevildiğini bir kesimin anlamamakta ısrar ettiği dikenli dallardaki gül…
“Deniz kenarında, belki bir sabahçı kahvesinde; kırık dökük ahşap bir masa.
Omza atılmış bir palto, belli ki biraz üşümüş, ayaklarını birleştirmiş.
Yanındakiler el pençe divan değil. Sağındaki rahat rahat sigarasını telliyor.
Kahveci ya sabah çayını ya da çok sevdiği Türk kahvesini getiriyor.
Ne silahlı korumalar var etrafta ne olağanüstü bir durum.
Öylesine. Sıcak, samimi. Oradan geçsen bir tabure alıp, yanına oturup sohbet edebilecekmişsin gibi.
Hani 10 Kasım’da bir dakikalık saygı duruşuna bile saygı göstermeyen (biyografileri ve yaşamları incelendiğinde; kendileri ve eşlerinin yabancı ülke gizli örgütleriyle ilişkileri tescillenmiş) ama bugünün muktedirleri karşısında utanmadan takla atanlar var ya, onlar merak ediyor;
“Bu adamın sırrı ne?” diye.
“Ölümünün üzerinden yıllar geçmiş, bu ne gözyaşı, bu ne anma? Niye duruyor bu arabalar, bu insanlar caddelerde..!
Ben de diyorum ki sır bu fotoğrafta (betimlemede) gizli”.
Bakabilene, anlayabilene. Ve ekleyelim; bizim seni neden bu kadar çok sevdiğimizi hiçbir zaman anlamayacaklar…
Yattığın yer nur, ruhun şad olsun. ATASITÜRK…
Beyazıd-ı Bestami’nin dediği gibi “gül düşünür, gülistan olansın”
Sen ayağında diken yarası olup, sinesine gül kokusu sürülensin.
Cenab-ı Hakkın dikenle yoklayıp, gül bahşettiği yüce şahsiyet;
Seni karalamaya çalışanlar için çok güzel bir söz vardır.
“Gözden her zaman gözyaşı düşmez azizim. BAZEN DE İNSANLAR DÜŞER…”
Nazım Hikmet RAN