Kemal Tahir Osmanlı’ya ‘kerim devlet’ adını veriyor. Her ne kadar Yakup Kadri ve benzeri yazarlar dinini ve geleneklerini yaşamaya çalışanları “yobaz ve gerici” olarak küçük görse de, Osmanlı, dünyanın tarım üzerinden sevk ve idare edildiği, çoğunluğu köylü olan bir sosyolojide kuruldu ve 620 yıl ayakta kaldı.
Kanuni zamanında saray şımardığı zaman bile saray eşrafı “bu devletin efendisi köylülerdir. Biz köylünün hizmetçisiyiz” diyorlar.
Aynı yıllarda Batı’da Orta çağ boyunca rahipler ve aristokratlar halkı sömürüyor. Neticede Batı’da toplum buna isyan ediyor, sınıf savaşları ve dinden uzaklaşma başlıyor.
“Orta çağ” Batı ve Hıristiyan dünya için “karanlık çağ”dır ama Müslümanlar için altın çağdır. Unutmayalım 7.yüzyılda Hz. Peygamber’in getirdiği ve yaydığı İslam’ın, fikir ve düşünce dünyasında da belirleyiciliği 18.yüzyıla kadar başat roldedir. Osmanlı’nın sanayileşmeyi ıskalamasından sonra Batı tekrar düşünce alanını eline geçirmiştir. Ancak 20.yüzyılın üçüncü çeyreğinden itibaren tekrar yeni dengelerin oluşmaya başladığının da altını çizmemiz gerekir.
Osmanlı devletinin ideolojisi ve bu ideolojinin yarattığı kurumlar, örneğin köyde ve kasabada dini ve devleti temsil eden şeyh, alim, kadı’nın halkla ilişkisi ortalama Türkiye insanını devletini ve dinini çok seven bir toplum haline getiriyor. Bu sevgi insanların bilinçdışına kadar işliyor.
O günkü şartlarda ülkedeki şeyhlerin, alimlerin ve kadıların ahlakına ve dini bağlılığına baktığınızda, bu insanların modernliğe uzak olsalar da tarihten, tasavvuftan ve fıkıhtan gelen bir bilgeliği taşıdığını görmek mümkün. Ancak bu yapılanmanın toplumu “patrimonyal” bir toplum haline getirdiğini de unutmayalım. Belki de arzu edilen bir şeydi bu, kimbilir!
Osmanlı, özellikle 1699 yılından itibaren Batı emperyalizmi ve modernite ile, karşı karşıya gelince geleneksel yapının bu çağa yanıt veremeyeceğini çok iyi anladı. Devlet eliti; “gelenekçilikle bu devlet ve bu toplum ayakta kalamaz” diye düşündüğünden, 1793 yılından itibaren “Batılılaşma”ya karar verdi. 3. Selim’in başlattığı Nizam-ı Cedit hareketinin özeti budur.
Yüz otuz yıllık git-gellerden sonra kurucu kadro; “Bu iş böyle olmayacak. Radikal bir dönüşüm gerçekleştirmemiz, modern bir devlet ve toplum kurmamız gerekiyor” dedi.
Yani modern bir eğitim, modern demokratik bir cumhuriyet, modern bilime dayalı bir uygarlık kurmak mecburiyeti görüldü. İnsanlar köylerden şehirlere göç ett. Okudu. Belli seviyelere kadar geldi. Doktorunu, mühendisini, iktisatçısını, sosyoloğunu, siyaset bilimcisini ortaya çıkardı. Toplum bu değişime onay veriyordu.
Ancak yöntem iyi tespit edilemedi. Halk İslam’ı ve onun temsilcileri ‘sahtekâr ve yobaz’ olarak kodlandı. Gelenekten gelen bilgeliğe nüfuz edilemedi, onunla diyalog kurulamadı. Orantısız şiddet uygulandı. Bu da daha baştan köydeki, kasabadaki dindar insanı modernleşme projesine düşman etti ve bu ülkede yüz yıl sürecek bir gelenek-modernizm savaşı yaşandı.
Kurtuluş Savaşından sonra geleneksel dinle diyalog kurabilen ama modern bir uygarlık peşinde koşan Mehmet Akifleri, Kazım Karabekirleri, Rauf Orbayları, Bediüzzamanları vs. yanında tutabilmiş olabilseydi, belki daha yavaş dönüşürdük, fakat yüz yıl süren bu kavgayı yaşamak zorunda olmazdık. Ve reformlar çok daha kalıcı olurdu.
2002 yılının son ayına kadar Türkiye İslamcılar hariç tüm siyasi kadroları denedi. Hepsinin de başarı oranları düşük oldu. Siyasette kirlenmemiş bir tek gelenekçi, ya da İslamcı dediğimiz kesim kalmıştı.
Bu kesim 28 Şubat Darbesinden sonra dini mirasla seküler siyaseti bir arada sürdürmeye izin verecek bir zihniyet dönüşümü geçirdi. 2001’e gelene kadar enerjik kadrolarıyla meyhaneye, geneleve bile ziyaret düzenleyip sıradan insanlara “sizin problemlerinizi biz çözeceğiz” diyebildi. Yani bu grup o dönemde fakir halkla iç içeydi. Bu iki süreç muazzam bir dinamizm ve enerjinin ürünüydü.
Nitekim bu kadrolar 2002-2012 döneminde, toplumun önünü tıkayan tıkaçların büyük bir kısmını ortadan kaldırdı.
NEVZAT ÜLGER